Deli

Anadolunun her şeyi kendine hastı.
Delileri de...
Ne kadar yıpranmış, örselenmiş olursa olsun, bir gönül medeniyetinin hâlâ devam eden derin tesirleri, delilerimizi de sıcacık kavramıştı.
Bu bakımdan da, onların mantıksızlıklarında bile başka bir mantık aranır, anlaşılmaz davranışları dahi düşündürücü, uyarıcı, ibret verici bulunurdu.
Çoğu zaman, onların deli mi, veli mi olduğu bu sebepten tartışılırdı.
Evet, Anadolu Anadolu iken, orada yaşayan deliler de toplumun sevimli birer parçası idiler. Toplum dışına itilmezlerdi. Tam tersine, hayatın bir neşesi ve İlâhî rahmetin bir vesilesi sayılırlardı. Bu sevgi atmosferi mi sakinleştirirdi onları, bilemiyorum... Fakat bildiğim bir şey varsa, o da delilerimizin, asla kötü olmadıkları, saldırganlık yapmadıkları ve zarar vermedikleri idi...
Benim tanıdığım en sempatik deli, Kahramanmaraş'ta. Hacı Aslan'ın delisi diye bilinirdi. Adı ibratom'di... Temizliği çok severdi. Bu bakımdan da, zamanının büyük bir bölümünü hamamda geçirirdi. Dudakları sürekli kıpırdar, ama ne dediği anlaşılmazdı, özündeki mütebessim hüzünle, ürkek ürkek şehrin idelerini arşınlayıp dururdu. Kış yaz ayakkabı giymezdi.
Uzun entarisinin içindeki pehlivan yapısına rağmen, yine de masum bir çocukmuş intibaını verirdi. Tombul yanakları daima aydınlık ve pespembe idi. Entarisinin iki kocaman cebi, gündelik rızkını taşımaya yeterdi.
Tanımadığı kimseden bir şey almaz tanıdıklarına yaklaşarak, hüzünlü tebessümünü yoğunlaştırır, durup beklerdi. Verilirse alır, verilmezse sizce ve adeta yere basmıyormuş hissini vererek sessizce uzaklaşıverirdi.
Garip ve mağdur şehrimizin bazı yerlerine yeni sokak lambaları takılmış... Yarım asır öncesinin karardığı biraz giderilmiş... Bu yeni lambalar onun da dikkatini çekmiş... Fakat merak işte... Bir gün, iki gün derken, üçüncü gün dayanamamış ve sapan taşı ile bu lambalara isabetli atışlar yapmış...
Acaba içindekileri mi merak etmişti, yoksa patlama sesini mi sevmişti, bilinmez...
Tabii, akıllı suçlular gibi, işini gizli yapmayı ya da kaçıp yakalanmamayı da düşünemez. Belediye zabıtaları onu tuttukları gibi, başkanın önüne götürürler. Suç aleti sapan da elindedir. Daha bir kızarmış yanakları ve hüznü artan tebessümü ile kendisine verilen cezayı dinler.
O gün akşama kadar, belediye binasının bodrumunda katıksız hapse mahkûm edilmiştir. Akşam/ mesai bitimi kapatıldığı odadan çıkarılıp salıverilir Zaten, odanın kapısı kilitli değildir.
Belediye başkanına, bu suçu bir daha işlememe* üzere söz vermiştir, ama bir kaç gün sonra yine esi merakı depreşir, dayanamaz ve bir kaç lamba dan patlatır.
Fakat, bu defa onu kimse görmemiştir. Dolayısıyla da, önceki gibi yakalanıp cezaya çarptırılması ihtimali yoktur.Ancak o, bu suçun cezasını bizzat yaşayarak öğrenmiştir. Bundan kaçmayı ve haksız olarak kurtulmayı düşünecek kadar da akıllı değildir. Doğruca belediyeye başkana çıkar ve bodrumun anahtarını ister. Durumu anlayan başkan, duygulanır, anahtarı verir. Çünkü, "Bu defa affettim, ceza gerekmez" dediyse de onu bir türlü ikna edemez.
Deli ya, iner aynı odaya ve akşama kadar, orada oturur. Böylece, kendi kendisini cezalandırır.
Bu tavrıyla, acaba, ona deli diyenlere bir adalet dersi mi vermek istemişti?
• • •
Kendisini bizzat tanımamakla birlikte, hatıralarını çok sevdiğim bir başkası da Deli Vezir idi. Onu hep, adı gibi haşmetli, yiğit, mert biri olarak hayal etmişimdir.
Parasız kaldıkça kendine özgü yöntemlerle bir yolunu bulur, harçlığını temin edermiş. Öyle bir an gelmiş ki, hiç bir tanıdığından biraz yüklüce harçlık alamamış... Doğruca belediyenin yolunu tutmuş...
Başkana çıkmış:
"Reis bey, ne olacak benim halim?" demiş.
"Hayrola, ne hali, ne var halinde?"
"Ne olacak, hem çok ihtiyacım var, hem de beş param yok."
Amma bende de sana verecek para yok."
Vermeye mecbursun. Sen belediye reisisin. Fakirlere bakmak zorundasın."
Bu Şehrin fukarası sadece sen değilsin ki... Hem sana, daha önce çok yardım ettim. Artık senin alacağın kalmadı. Şimdi tekrar para verirsem, haksızlık yapmış olurum. Sen de başka fakirlerin hakkını yemiş olursun. Haram para yemek ister misin?"
"Hayır, istemem."
Vezir Efendi bu konuşmadan pek hoşlanmamış ama, diyecek söz de bulamamış. Üzüntülü bir şekilde sokakları arşınlayıp durmuş. Birkaç saat sonra da tekrar belediye başkanının karşısına dikilmiş:
"Söyle bakalım, yine ne derdin var?"
"Reis Bey, ben ölsem, cenazem ortada kalacak. Hastayım, beş param yok, bana para ver."
"Ölürsen cenazen ortada kalmaz."
"Nasıl kalmaz? Bana inanmıyor musun, hiç param yok."
"Cenazen için meraklanma. Çünkü belediyemizin yoksul ve kimsesizler için özel ödeneği vardır. Yani öldüğün zaman belediye senin cenazeni de kaldıracaktır."
"Acaba bir cenaze için belediye kaç para harcar?" "Bilemiyorum, sormam lâzım." "Öyleyse sorunuz. Ben bunu bilmek istiyorum." "Niçin?"
"Siz bana bir cenazenin kaça kalktığını söyleyin önce."
Belediye başkanı ilgili memuru çağırıp sorar. Böylece Vezir Efendi, belediyenin cenaze için ayırdığı ödeneği öğrenir.
Ve der ki:
"Reis Bey, madem ki siz bu parayı ben ölünce cenazem için harcayacaksınız. Öyleyse lütfen bu parayı simdi bana ödeyiniz."
"Olmaz, öldüğün zaman, bir de aynı parayı cenazen için harcayacağız. Haksızlık olur."
"Hayır olmaz, ben bu parayı şimdi alacağım. Öldüğüm zaman ise, istemeyeceğim."
"İstemen gerekmez. Çünkü cenazeni ortada bırakamayız. Mecburen bu parayı bir defa daha senin için ödememiz gerekecek."
"Hayır Efendim, bu parayı öldüğüm zaman tekrar ödemeniz gerekmeyecek. Çünkü, ben şimdi size söz veriyorum. Öleceğim zaman gidip Antep Belediyesi sınırları içinde öleceğim. Dolayısıyla da cenaze masraflarımı siz değil, Antep Belediyesi karşılamak zorunda kalacak. Bu bakımdan şimdi siz bu parayı ödeyebilirsiniz."
Deli Vezir'in bu sözü reisin hoşuna gitmiş ve parayı ödemiş. Epey bir zaman sonra, Vezir Efendi hastalanmış. Mevsim kış ve ortalık bembeyaz karlarla kaplıymış... Kendisini biraz ağırlaşmış bulunca, reise verdiği sözü hatırlamış. Güçlükle kalkmış yatağından ve yollara düşmüş. "Bu ayazda yaya olarak nereye gidiyorsun?" diyenlere hiç aldırış etmemiş. Bütün gayesi, bir an önce Gaziantep'in belediye sınırlarına ulaşabilmekmiş. Ne var ki, daha Maraş Belediyesinin sınırlarını yeni aşabilmişken, bembeyaz karların üzerine yığılıp kalmış...
Böylece, verdiği sözde durmanın ne kadar önemli olduğunu akıllılara da anlatmak istemiş herhalde...
• • •
Başaran, bizim mahallemizin delisiydi. Dengesini bozmadan önce, askerî pilottu. Devrine göre çok iyi, parlak ve orijinal bir meslekti bu... Genç, yakışıklı bu havacı, mahallemizin güzelliği, asaleti ve zenginliği ile tanınmış bir kızına talip olmuş... Fakat, kısa bir zaman önce, bu kızı bir başkasıyla sözlemişler... Bu geç kalış Başaran'ın içinde büyüdükçe büyümüş... Belki de, zaten var olan gizli sevdasını önü alınamaz bir yangına çevirmiş... Sonunda da, tedavi için Elaziz Akıl Hastanesine gönderilmiş...
Kısa bir süre sonra, kendisi gibi, zararsız, içine kapalı, efendi biri daha gelir hastaneye. Başhekim, "Madem hemşehrisiniz, ikinizi aynı odaya veriyorum" der. Bu iki hemşehri hemen birbirlerine sarılırlar. Aralarında adeta birden sıcak bir dostluk başlar.
Bu sebeple, Başaran, müthiş bir gerçeği öğrenir. Bu yeni gelen zat, kendisinin evlenemediği ve bu sebeple kafayı oynattığı kızın kocasıdır. Ne var ki, onun dayanılmaz kaprislerine, huysuzluklarına ancak altı ay katlanabilmiş, sonunda soluğu o da Elaziz Tımarhanesinde almıştır.
Acaba Başaran, gel git aklıyla, bu olayı nasıl değerlendirdi? Üzüntüsü mü arttı, sevinci mi? Kader arkadaşını nasıl teselli etti? Aralarında neler konuştular? Bunları bilemiyoruz.
Bildiğimiz şey, Başaran'ın bir müddet sonra memleketine gönderildiğidir.
Kendi halinde, sessizce caddeleri adımlar, donuk yüzünde ne tebessüm, ne de hüzün hissedilmezdi. Ancak, onun bir takıntısını çocuklar keşfetmişlerdi. Ellerine geçirdikleri bir tebeşirle ya da çakıl taşıyla/ hemen etrafında bir daire çiziverirlerse, Başaran bu halkanın ortasında kalakalıyor, asla geçip gitmeyi bilemiyordu. Yaptığı iş çocuklara yalvarmaktı.
Zaten, onlar da bu yalvarışlarla neşelenmek için, Başaran ı bu çizgiden ibaret halkaya esir ediyorlardı.
"N'olur, açın gideyim..."
Çocuklar nazlanırlar, şunu yaparsan, bunu yapar san, cebindeki şekeri, parayı verirsen gibi pazarlıklara girişirlerdi.
Önce biraz direnir, istenenleri yapmak istemez ama, süre uzamaya başlayınca çözülüverirdi. İstenen herşey alındıktan sonra bile çocukların onu üzmeye devam ettikleri, hiç beceremeyeceği şeyleri ondan beklemeleri de söz konusu olurdu.
En sonunda yüzü karışır, dudakları titrerdi. Fakat çocuklar onu ağlatacak kadar insafsız olamazlar, çizdikleri daireyi bir ucundan silerlerdi. Ancak, Başaran bakar, bu silinmiş kısmı kafi görmez, "Çok küçük, buradan geçemem" derdi.
"Biraz daha, biraz daha" derken, nihayet geçebileceği bir genişlikte halka açılır, o da, düz geçemeyecekse, yan dönerek açılmış kısımdan kendini dışarı atar ve hızla oradan uzaklaşırdı.
Daha sonra kültürel kıblesini Batıya döndürmüş aydınlarımızın kendilerine çizilmiş ideolojik halkaların, Başaran'inkinden hiç de aşağı kalır yanı olmadığını hep birlikte görmüşüzdür.
Laiklik, çağdaşlıktır, demokrasidir diyerek etrafımıza çizilen halkaları bir asırdır aşamıyoruz.
Tabii bu halkaların mucitleri, bizim mahallenin çocukları kadar da insaflı olmadığı için, geçebileceğimiz kadarını da silmiyorlar. Bizleri bir takım, kavramların ne idüğü belirsiz karanlığına hapsediyorlar.
Akıllıların etraflarına örülü duran daireler, Başaran'ın halkalarından daha komik değil mi?
Başaran'ı bir gün camiye girerken görürler.
Ve sorarlar:
"Abdest almadan camiye giriyorsun, olur mu?"
"Ben Göksün'da almıştım" der.
Belki de, son defa, üç beş sene önce gittiği bu şirin ilçemizde bir kere abdest aldığını hatırlamış o sıra... Acaba, "Öyle bir abdest al ki, bir daha bozulmaya" sırrını mı haber vermiş, yoksa manen hepinizin abdesti sakat mesajını mı vermek istemişti, bilinmez...
Fakat, onu duyan arif bir zat, "Başaran hepimizi ibadetin bilincine çağırıyor. Abdestin manasını idrake davet ediyor" deyivermişti.
Manası idrak edilemeyen ibadet, bilincinden uzak kalınan abdest... Bunlar da ne demek mi? Doğrusu düşünmeye değer konulardır...
1
• • •
Bir delinin, bir dehayı silkelemesi, uyandırması, kendine getirmesi mümkün müdür? Bunun bir çok örneği olmakla birlikte, ben sadece ilk ağızdan dinlediğim bir tanesini bu satırlarla anmak istiyorum.
Rahmetli Necip Fazıl Bey anlatmıştı:
Burdur'da bir vazife icabı bulunuyormuş. Küçük bir Anadolu şehri olan Burdur'un mütevazi bir otelinde, tam kendini uykunun kollarına bırakacağı sırada, odasını bir ses dolduruvermiş:
"Burdurlu Ömer adam olamadım!"
Birden ir kilmiş, uykusu kaçmış... Bu irkilten ses de zaten devam ediyormuş.
"Burdurlu Ömer adam olamadıııı!"
Belli aralıklarla yankılanan bu nakarattan öylesine etkilenmiş ki, giyinip aşağıya inmiş ve bu sesin kime ait olduğunu sormuş.
Otel katibi, "Önemli değil beyim" demiş... "Özür dilerim, rahatsız ettiğimiz için. Ancak, bunun belli bir süresi vardır. Tamamladı mı çeker gider, meczubun biridir, ama zararsızdır."
"Peki başka bir nârâsı yok mudur?"
"Hayır beyim, sadece sizin de duyduğunuz gibi, kendisinin adam olamadığını haykırır durur."
Fazla rahatsız olduysanız, gidip uzaklaştırayım, ama aslında süresi dolmak üzere...
Filozof Şair, "Hayır" der, odasına çıkar ve iki elinin arasına aldığı başını yastığa koyamaz.
Dudaklarında ise sürekli, "Maraşlı Necip adam olamadıııı!" nakaratı vardır.
Adam olamadığını söyleyen Burdurlu Ömer, adam olduğunu haykıranlardan çok fazla adam olduğunu göstermiş olmalı ki, Şairimiz yıllar sonra bu sesin etkisinden kurtulamamış, kendisine göre gerçek adam olmanın yolunu araştırmış ve sonunda bulmuştu.
Sağolasın Burdurlu Ömer...
Şimdi senin sesine toplumumuzun daha çok ihtiyacı var...
Bu hatırayı ilk duyduğum günden beri hep düşünmüşümdür, adam olamayan, adam olamadığını haykıran mıdır, yoksa adam olamadığının henüz farkında bulunmayan mı?
• • •
Onlar... Deli mi, veli mi olduğu tartışmalı olanlar, şehirlerimizin apayrı ve bambaşka renkleriydiler.
Şimdikiler ise, acı ve acıtıcı çirkin görüntüler...
İçkiyle, uyuşturucuyla ve benzeri çılgınlıklarla kendilerini zehirleyip ortalığa kötü örnekler olarak dökülenler, bize eski delilerimizi özletiyorlar...
Ve bizi onların veli olduklarına biraz daha inandırıyorlar.
Yorumlar